×

Mübadiller Bölüm-5


 
Mübadiller-5
 
Dr. Vural Yiğit 
 
                                   
Acı Tütün 

Osmanlı Devletinin Selanik Vilayeti; Serez, Drama, Vodina, Langaza, Kavala, Karaferye, Sarışaban, Nevrekop, Yenice-i Vardar, Avrethisar ve Taşöz gibi birçok yerleşim yerinden ve yüzlerce köyden oluşuyordu. Beş yüz yıldan fazla Osmanlı idaresinde kalan bu yerlerde yaşayanlar ve onların kuşakları hep kendi doğup büyüdükleri yerleşim yeri ile anılmak isterlerdi.19. yüzyılın sonlarında Vilayetin nüfusu bir milyona ulaşmıştı ve yaklaşık yarım milyonu Müslümandı. Selanik ve diğer çevrelerden, Lozan mübadele antlaşması öncesi ve sonrasında, Türkiye’ye göç edip gelenlere de mübadil denmekteydi. Aslında köken olarak Anadolu’nun değişik yerlerinden gelip, Rumeli’yi vatan yapan ve burada yüzyıllardır yaşayan Müslüman Türklerdi. Pek çoğu Anadolu’yu hiç görmemiş, ancak oralardan gelmiş olmanın bilincini taşıyorlardı.

Uzun yıllar refah ve bolluk içinde yaşayan Selanik ve çevresi, Osmanlının gözbebeği idi. Selanik, Hortaç Dağları eteğinde kurulmuştu ve pek çok Ege ve Akdeniz kentinde olduğu gibi güzel görünümlü bir kalesi ve deniz kıyısında inci bir kordon gibi uzayan sahili bulunmaktaydı. 


Falakrón dağı eteğinde, Angítis nehri kollarından birinin hemen kuzeyinde yer alan Drama ise Selanik Vilayetinin önemli bir yerleşimdi ve kuruluş tarihinin Makedon Krallığı dönemine kadar uzandığı biliniyordu. Drama’nın ortasından geçen Karpuzkaldıran ya da şimdiki adıyla Ayavarvara Nehrinin kaynak suyunun çıktığı yerde, bir park alanı bulunmakta ve buradan çıkan sular bir gölet oluşturmaktaydı. Parkın arka tarafında, yer alan bölgede ise Türk Mahallesi ve Türk evleri, kahvehaneler, eski tütün depoları ve dükkânlar bulunuyordu. Drama’nın batısında yer alan Nikiforos (Nusratlı), Köyü ise ünlü Rumeli türküsüne konu olan “Drama Köprüsü” yakınında bir yerdeydi.  

 
Nusratlı, diğer Selanik yerleşimleri gibi geçimini tarımdan ve özellikle de tütünden sağlar. Tütün önemli bir gelir ve geçim kaynağıdır buralarda. Örneğin köyün okulu, rençberlerden beher kıyye   tütün başına toplanan iane ile idare edilmektedir. Şimdi bu köye ait bilgileri o günlerde çıkmakta olan bir gazete haberinden öğrenelim:  



Nusratlı; dar sokakları,  zarif evleri ile tezat teşkil eder.  Tütünün mebzul olması nedeni ile iki misli hâsılat vermesi de doğaldır. Buranın tütünü, Drama Livasının en nefis tütün mahsulüdür.  İnce ve küçük yapraklı olan Nusratlı tütünleri, nadir bulunan bir rayiha latifeye malik olup bu sayede diğer tütünlere nispetle, iki kat ve belki daha ziyade fiyat bulmaktadır. Bu sene mahsulâtı havaların müsaadesi hasebiyle bilhassa nefis olup kemiyet cihetiyle de geçen sene mahsulâtının iki misli derecesindedir. Nusratlı köyünün bu sene yetiştirdiği tütünler yüz bin kıyye miktarında tahmin edilebilir. Civar kara ve mahallatı dört yüz bin kıyye kadar hâsılat etmiş olacaklardır. Nusratlı Köyü hasılat umumiyeye gelince; evvelce 10 milyon kadar tahmin edilmiş olup bilahare bazı havaliye sari illet olması hasebiyle  bu  yekun  tenakıs    edecek  gibi  görülmüş  ise  de  son düşen   rahmetler   yine   muvazeneye   iade   etmiştir.   Nusratlı ve civar köyleri intihabatta  müştereken iştirak edeceklerdir.  Geçen devrenin acı mecavibi   halka bir ibret dersi olmuştur. Nusratlı ahalisine ve bilhassa eşraftan Ömer ve Ali Ağalara hakkımızda gösterdikleri misafirperverlik hasebiyle samimi teşekkürlerimizi takdim ederiz. Behzat ARİF, Yeni Asır.

Gazete haberi köyü ve köyde olanları böylece tanıtmaktaydı. Ancak gelelim şimdi köydeki yaşama:

Drama’nın Nusratlı köyünden Halil oğlu, Nuriye’nin Hasan o gün erkenden kalkmış, sabah namazını köyün camisinde kıldıktan sonra, atına binip doğru tütün tarlasının yolunu tutmuştu. Köyden aşağı, patika yolunu takip ederken arkadan bir arabacı bıdığı, kesik kesik havladı. Hasan dönüp “Çüdü, çüdü!  hoşt ülen geveze, adee gir evine,” dedi ve yoluna devam etti. Düzlüğe geldiğinde güneş henüz yükselmişti. Aylardan ağustostu ve tarlasında tütünler boy atmış, yeşil yapraklar sararmağa başlamıştı. Hasan, daldan bir yaprak kopardı, eliyle ezdi kokladı.

“Tamam, gelmiş zamanı,” dedi kendi kendine. “Asada başlamalı, yoksam geç kalırız.”

“Huriye’e söyleyim de etsin hazırlıklarını.”

Karısı Huriye, Sarışaban’dan gelin gelmiş buralara çoktan alışmıştı. Anlı şanlı üç gün süren bir düğün yapmışlar, Dünya evine girdikten sonra da sıra sıra üç çocukları olmuştu. Büyüğü Salih, ortancası Salman ve en küçük kız ise Saliha idi. Anası Nuriye ve teyzesi Huriye de ayni evde yaşıyorlardı. Ailece tütüncülük ile geçinip gitmekteydiler. 

Tütün ekimi için tarla sonbaharda sürüp işlemiş, ilkbaharda ise dikime hazır hale gelmişti. Tohumları, ekmeden önce suda ıslatıp, harcı hazırlayıp, ince odun külüne karıştırılarak,  biraz da koyun gübresi koyup, erkenden yastıklara diktiler. Çimlenmeden önce, fide yastıklarında ot yoldular ve sık sık suladılar. Körpe fideler, iki ay sonra dikime hazır hale gelmişti bile. Hasan, pişkin fideyi işaret parmağına doladı baktı kırılmıyor, “Tamam dikime hazır bunlar,” diyerek, sulamayı kesti. Dikim zamanı tarlanın, toprağı tavına gelince,  Mayıs ayının ortalarında tütün fidelerini elle tek tek diktiler açtıkları karıklara. Tütün kıraç toprakları sever, fazlaca sulama istemezdi. Fideler toprakta yavaş yavaş kök salmağa, boy atmağa başladığında, her yan yeşile dönmüştü. Hasan yanına büyük oğlu Salih’i alarak, sık sık tarlayı gidiyor, kökleri dalları inceliyor, yaprakların ardını çevirerek böcü neyi var mı diye kontrol ediyordu. Tarlaya dikilen fideler, haziran ve ağustos ayları boyunca boy atmış, neredeyse 1,5 metreyi bulmuştu. Gövdeleri dik, silindir şeklinde, tüylü ve yapışkandı. Pembemsi renkli çiçekler, tepede salkım, salkım olmuştu.

Yaprakların gelişmesi için yaprak koltuklarından çıkan dalları aldılar, tepe kırımını da yaptılar.  Drama’nın tütünleri el el ve olgunlaştıkça kırılır. Olgunluk belirtileri, yaprağın uçlarından başlayarak kenarların sararması, yaprak yüzünde kurbağacık denilen sarı kabarcıkların meydana gelmesi ile anlaşılırdı. 

Tarlayı baştanbaşa dolaşıp köliba   nın önündeki gölgeliğe oturdular.

“Salih, kaç ay oldu biz bu fideleri dikeli?”
“Deftere yazdım beyba tam tamına üç ay dolmuş derim.”
“Eh zamanı gelmiştir. Tebe, toplayalım kızancıkları başlayalım ellemeğe.”
“Baba başka toplayıcı alacak mıyız bu kere.”
“Yok bre, toplarız biz kendimiz elceğimizle.”
“Bilesin, alemin tuttuğu kuşun kuyruğu olmaz.”

Tütün hasadı, el ile günün erken saatlerde tek tek, yaprak yaprak toplayarak yapılırdı. Bizimkiler, sabahın ilk saatlerinden itibaren tarlalara geliyor, kırımı yapılan tütün demetleri, çitenlere  konuyor, ardından hayvanlara yükleyerek, evlere götürülüp saplanma işlemine geçiyorlardı. Tütünün en uygun kırma işlemi gecenin sabaha döndüğü zamanda, erkenden başlar ve güneş yükselip yapraklar gevşeyip ele yapışıncaya kadar devam eder.  

Tütünün dipleri haricinde yukarıya doğru giden değişik yaprak demetleri “orta, ana, küçük ana, ufak altı” diye isimlendirilir. “Ana” en irisi, “küçük ana” ondan sonra gelen sapın altındaki yapraklardır. Yapraklar ipe dizilmeden evvel boylarına göre tasnif edildi. Çoluk çocuk, genç ihtiyar bütün aile bireyleri tütünleri “Birem birem” ipe takarak dizmeye koyuldular. Tütünün dizilmesinde dikkat edilecek noktalar vardı. Az ip kullanmak için lüzumundan fazla sık dizmemeli, dizerken yaprakları örselememeli, iğne rast gele yerden sokulmamalı falan filan. Eller zifirden kararır,  iğne eline batınca uyku açılır, Drama’da yaz geceleri tütün tarlalarının bulunduğu kesimler fener ve lamba ile ışıl ışıl yanardı. Dizilmiş tütün demetlerine “kargı” denilir. Bu kargıların boyu 3–4,5 metredir ve kurutulmak üzere, direklere asılarak, yapraklar kuruyuncaya kadar güneş altında bırakılır. Kargılar yağmur zamanlarında, çok çiyli günlerin gecelerinde yağmurdan ve nemden korumak için kolübelere (kulübe, kır evi) alınır. Asılı bulunan yapraklar kuruyup, aşırı gevrek hale gelirler ve eğer dokunulursa toza dönüşürler. Baharın gelmesiyle birlikte yapraklar kargıdan çıkarılır ve 10–15 yapraktan oluşan küçük demetler haline ve daha sonra, bastırarak balyalar haline getirilir. Bir sonraki işlem ise; kıldan yapılmış bezlere sarılarak veya hasıra sıkıca bağlanarak paketlemektir. Bu balyalar taşımayı güçleştirecek kadar ağırdır. Drama tütünü işte tam olarak bu şekilde paketlenir ve eksperin değerlendirmesine hazır hale gelir. 

Tütünü yetiştirmek her ne kadar zorlu bir uğraş ise de esas olan kaliteyi tutturmaktır. Yoksa tütün para etmez tüm emekler heba olur gider. Kaliteli tütünler, doğal ve kıraç yerlerde yetiştirilmiş olanlardır. Bu tütünler, daha fazla nikotin, aroma ve tat içerir. Kaliteyi belirleyen, gün ışığı, su ve havanın kalitesi gibi çevresel etkiler, hasat zamanı, tütün yapraklarının işlenme yöntemi ve depolama koşullarıdır. Kullanım çeşidine göre de tütünler ayrı ayrıdır. Örneğin; Sarmalık kıyılmış tütün, Pipo tütünü, Puro ve sigarillo, nargilelik tütün, enfiye tütünü,  çiğnemelik (ağızdan kullanıma yönelik) tütün gibi.

******

Balkan topraklarında yüzyıllardır yaşamakta olan Türkler genellikle ziraat ile uğraşmaktaydılar. Bildikleri ve yetiştirdikleri en önemli ürün tütündü. Osmanlı İmparatorluğu’nda tütün ziraatı ilk olarak Makedonya, Kırcaali, İskeçe, Yenice’de başlamış, Anadolu’da ise Bursa, Samsun, Söke, Foça ve Akhisar’da yayılmıştı. Özellikle, Balkanlar ve Anadolu şartlarına çok iyi adapte olan tütün uluslararası pazarlarda “Türk Tütünü” veya “Şark/Oriental Tütün”  adıyla aranılan bir hale gelmiş ve kendine has aromasıyla Dünya’da önemli bir yer edinmişti.

Dünya’da tütün, 15. yüzyıl sonuna kadar sadece Amerika kıtasında yerliler tarafından bilinen ve üretimi ve tüketimi yapılan bir bitkiydi. Avrupa’ya gelişi, 1492’de Cristof Colomb’un Amerika’yı keşfinden sonraki yıllarda oldu. Osmanlılar,  1612 yılında Hollanda ile yapılan bir ticaret anlaşması sonrası tütün ile tanıştılar. Peçevi İbrahim Efendi, “Peçevi Tarihi” adlı eserinde; tütünü 1600 yılı başlarında İngiliz keferesi’nin getirdiğini, rutubetten ileri gelen bazı hastalıkları tedavi eder diye sattıklarını, keyif ehli olanların bunu içmeğe alıştığını, hatta ilim ve devlet adamlarından ileri gelenlerin dahi tütüne müptela olduğunu belirtmektedir. Kısa bir süre sonra tütün kullanımı Osmanlı toplumu içerisinde hızla yayılarak, Osmanlı tarımının ve ticaretinin önemli bir ürünü oldu. Öyle ki Devlet, vergi gelirlerinin büyük bölümünü tütünden sağlıyordu ve borç batağına saplandığında, yabancı ülkelerin kurdukları “Reji”  adlı bir teşkilat, en başta tütün gelirlerine el koymuştu. Reji idaresi, 1884 yılında faaliyete geçen tütün ve tuz tekelini yöneten ve bir kan emici kurumdu.

******

Tütün yetiştiriciliğinde, canını dişine takarak üretim yapan ziraatçılar,  yani köylüler ile onlardan nemalanan tüccarlar arasında her zaman büyük sorunlar yaşanıyordu. O yıllarda, bu sorunları çözmek amacı ile Drama’da; Edirne, Selanik, Kosova, vilayetleri tütün merkezinden toplanan üyelerin katıldıkları bir Kongre yapılması planlandı. 

Drama Tütüncü Kongresi

Tütüncü kazalarına merkez teşkil eden Drama’da, Mutasarrıf Tahsin Bey, 1 Ağustos 1910 tarihinde, Edirne, Selanik, Kosova vilayetleri tütüncü leva ve kazalarına, resmi bir davetiye gönderdi. Kavala, Perveşte, Sarı Şaban kazaları ve Siroz Sancağı ile Zihte, Menlik, Cumabela, Timurhisar, Nevrekop kazaları ile Edirne vilayetinin Gümülcine Sancağından İskeçe, Sultan Yeri, Ortaköy kazaları ve Kosova vilayetinden Radvişte kazası Kongreye iştiraklerini ve katılacak olan delegelerin isimlerini bildirdiler.

Drama kasabasından, Ziraatçilerin Vekilleri olarak ise Hacı Salih ağazade Ahmet efendi, Şaban efendi, Nuh Beyzade Hasan bey, Perimanlı Ahmet, Şirket müdürü Şakir Neykeli Efendi, Sefer Vehbi efendi ve Hüseyin ağa katılmışlardı. Bu arada Kavala Tüccarından, Herzevağ kumpanyası namına Azerya efendi, Kamersiyal      Sözcüleri;  Jak, Eşkenaz  Leon, Hacı İbrahim Paşazade Hüseyin bey,

Hafız Hüseyin efendi, İskeçe Tüccarlarından: Yusuf efendi, Agopciyan efendi, Hüseyin bey, Eyliyadi, Pandalaki de hazurunlar arasındaydı.

Basım namına Kongreye katılan Yeni Asır, Zaman, Rumeli, Jurnal dé Selanik ve Pervare dé Selanik gazeteleri idarehanelerine, Drama Mutasarrıflığı tarafından özel bir yazı ile rica edilmiş ve bu davete de Jurnal dé Selanik gazetesi iştirak ederek, yazı işlerinden muharrir(gazeteci) Davut efendi Drama’ya gelmişti.

Osmanlı Ülkesinin başına tam bir bela olan tütün rejisinin kalantorları da eksik olmazdı kuşkusuz. Drama Reji İdaresi müdürü Angelidi Efendi hazır ve nazırdı. Kongre; Ağustos’un birinci günü saat 13’te İttihad-ı Terakki kulübünün büyük salonunda toplanmış ve Drama Mutasarrıfı Tahsin Bey’in açılış nutku ile başlamıştı:

Efendiler! 

“Yaptığımız bu aciz davete bütün yürekten katıldığınızdan dolayı hükümet adına hepinize teşekkür ederim. Ziraatçiler ve tüccarlardan ibaret bir heyetin kurulmasından maksat iki taraf arasındaki tütün ticaretinin karanlıkta kalan bazı noktalarının aydınlanması; bundan sonra simsarlar(aracılar) ile ziraatçilerin tütün ticareti ve ziraatının selameti bakımından hedef olan noktaya ulaşabilmeleridir.” Diyerek devam ettirdi konuşmasını.
.“Elbette ziraatçiler ve tüccarlar içinde iktisadi işleri ve ticareti bilip de namuslu çalışanlar çok olduğu gibi olmayanlar da vardır. Bu ifade namusuyla hareket edenler için zaten bir rica değildir. Fakat şikâyetler resmi yerlerden geçmiş olup bana iletildi. Gördüm ki, kötü bir anlayış var! Bunun kaldırılması için herhalde tarafların bir arada toplanması gerektiğini anladım. Hükümetin bu işe karışıp karışmaması gerekli mi; konusunun da tartışıldığını işittim? Hükümet ve millet başka başka şeyler değildir.” 
“Tüccarlar da ziraatçılar gibi hareket edince tabiatıyla saadet temin edilir. Biz tüccarlara uymak mecburiyetindeyiz. Çünkü Osmanlı tütünlerini ilan ettiren ve Avrupa’ya tanıttıranlar da bu tüccarlardır. Bu önemli noktadan ötürü tüccarlarımıza müteşekkiriz. Fakat bir şey çok aranıyor; onun tabii kıymeti de fazladır; talep ile arz arasındaki denge tütünün takdir fiyatı için esastır. Sefa geldiniz! İnşallah burada geçireceğiniz birkaç günü milletin selameti için kullanırsınız.”

Birinci Celsede Reis Rıza Bey, başlangıçta aynen beyan edilen ziraat tekliflerini esas itibariyle müzakereye sunmuştu. Ziraatçilere ait bu teklifler sekiz maddeden ibaretti:

Ziraatçilerin evlerinde istif halinde olup da pazarlık edilen tütünlerden mağazalara naklinden sonra “çoruk” adıyla ve diğer nedenlerden dolayı tenzilat olunmaması. Tüccar tarafından verilen yüz elli dirhemlik çullar belirtildiği gibi tartılarının miktarının verilmesi. Yapılacak pazarlıklarda esas şartların mukaveleye yazdırılması. Alınacak olan tütünlerin ziraatçilerin evlerinden Balyelerin(Tütün denkleri) teslimi. Gibi gibi maddeler tartışmaya açıldı. Tüccarlar da istek ve önerilerini belirttiler ve nalıncı keseri gibi hep kendilerine yonttular. Reji idaresi de her zamanki baskısını sürdürdü. Kabak yine zavallı köylünün başına patladı. Hiç kimse yıl boyunca yağmur, çamur, kar, güneş demeden bu sapsarı tütünleri üreten rençber’in hakkını gözetmek istemiyordu. Yahu bu insanlar bu ürünü elde etmese siz neyi, alıp satıp kar edeceksiniz bunu hiç düşünen yoktu. “Vur abalıya.”

Kongrenin ikinci günü olan 2 Ağustos 1910 tarihinde tartışmalar tüm şiddetiyle devam ediyordu. İskeçe tüccarları namına Pandalaki Kuyumcuoğlu, Agopyan  efendi,  Eliya Elidasis   ve Hasan Fehmi efendiler tüccarların haklarını şiddetle savundular.

Tüccar tarafından verilen yüz elli dirhemlik çulların herkes tarafından olasıya tartıları yapılmayarak; Balôzun (Kantar Ağası) ne kadarsa onun bilinmesi teklifine İskeçe Murahhası Mehmet bey de katıldı. Kavala tüccar murahhası Leon Efendi, bazı yerlerde çulun bir okkadan   daha fazla geldiğini söyledi. Drama Mutasarrıfı Tahsin bey yüz elli dirhemlik bir çulun hiçbir vicdanın kabul etmeyeceği surette bir okka kabul edilmesinin tüm tüccarlar adına zarar olduğunu, çullar fazla geldiği taktirde tabiatı ile tüccarın zararı bulunduğunu ve her iki duruma karşı çulların ayrıca tartılarak doğru tartıya itibar edilmesini, böylece maddenin aynen kabul edilmesini teklif etti.  Buna benzer bir sürü teklif oylandı, onaylandı zapta geçti.

***********************************

Bütün bunlarda haberdar olmayan, Drama’nın Nusratlı Köyünden Halil oğlu Hasan ve ailesi, tütün hasadını yaptıktan sonra dizmiş, kurutmuş ve çuvallara koyup tütün eksperini beklemeğe başlamışlardı.

“Saliha, getriver şordan bana bir sarmalık tütün.”  Saliha çuvalların birinden bir tutam tütün aldı, ince ince kıyarak tabakaya doldurdu.  Hasan ince sarmalık kâğıttan bir tabaka yırtıp aldı kıvırıp içine tütünü doldurdu, sonra sarıp tükürük ile yapıştırdı. Yelek cebinden taşlı çakmağı çıkardı, çakarak sigarayı ateşledi, bir nefes çekti.

“Oh be! Bu yılkı tütün enfes, bıldırınki böle deeldi, çok para edecek çok.” Karısı Huriye cezveyi bakır mangalda küle sürerken,

“De bakalım kim gelecek ekispere, ne hinlik yapacak gene,”
“Bu sefer akıllandımm, hakkını vereceğim elbette.”
“Ne hakkıymış o öyle, işi değil mi hınzırın.”
“Öyle deme, böyle gelmiş bu düzen böyle gide.”
“Heç de öyle değil, kim kurmuş bu düzeni, deyiver hele.”
“Kuranlar kurmuş, hem bize ne?”

Bu kez gelen eksper geçten biriydi, rejiye yeni girmişti ve adı Nurittin’di. Gününde saatinde geldi. Belyeleri tek tek kaldırıp elinle tarttı, rastgele aralarından birkaç yaprak çekti aldı. Önce kokladı, kara göbek, sarı benek aradı.

“Asan ağa, tütünlerin bu yıl güzel, hile hurda yok.”
“Neden olsun bre yeğenim, acı tütün bizim ekmek kapımız. Hile katarsak Allah razı gelmez, rızkımız kesilir.”
“Demem o ki sana hakkını tam olarak vereceğim, tespitim tamam.”
“Senin hakkın ne olcek? Bi deyiver hele.”
“Ağam sen ne diyon? Ne hakkından bahsediyon?”
“Her yılki ekisper hakkı!..”
“Yok ağam, ben duymamış olayım. Sen al şimdi ihbarını teslim et tütününü rejiye.”
“Ben mührü vurdum. Git paranı al, anlının teri bu, helalinden harca.”
“Bak benden söylemesi, girme öyle harca borca.”
“Sağ ol evlat, helal süt emmişsin, Allah sevdiğine bağışlasın.”
“Bak senin tütüne, ‘A grad’ yazdım bilesin.”
“Allah razı olsun.”
“Ne razası Asan ağa, tütünü yetiştiren de sensin,  elleyen de sensin.”

Tütünlerin Grad tarzındaki nevi tasnifi; A Grad I-III, yaprakları üstün kaliteli, B Grad da yaprakların orta kaliteli, IV neviyattan ibaretti. Kapa Gradı ise V ve VI nevilerden kalitesiz yapraklardan toplanmış olanlardı. 
Hasan ağanın A grad tütünü; uç, uç altı ve ana yaprakları ve çok iyi gelişmiş ve kurutulmuştu. Renkleri açık sarı ve kırmızı tonluydular. Üst ellerin yapraklarında salgı ve örtü tüycüklerinin fazla olması nedeniyle reçinesi ve koku özellikleri tama yakın, yaprak ayası bütünlüğü tam, yırtıksız ve hastalıksızdı.
Drama’nın Nusralıt köyünden Halil oğlu, Nuriye’nin Hasan, o yıl ürettiği ve A grad damga vurulan tütün balyelerini, komşulardan aldığı at ve eşeklere de yükleyerek, oğlu Salih ile birlikte Drama yolunu tuttular. Sabahın erken saatlerinde yola çıkmışlardı. Dümdüz Drama ovası önlerinde uzayıp gidiyor, ilerlerde mor dağlar arasından güneş yükseliyordu.

Nusratlı’dan başlayan dar patika yoldan ilerleyip, Kozluköy’e geldiklerinde,  su kemerinin arkasındaki Köprüden geçerken Hasan, oğlu Salihe dönüp;

“Bu köprünün hikâyesini bilir misin kızan?” 
“Evet bilirim beyba sen kaç kez anlattın ya.”
“Olsun bir daha anlatmakta faide vardır.”

Atları sulamak üzere dereye bırakıp, köprünün kenarında bir yere oturdular. Hasan anlatmağa koyuldu:
“Drama Köprüsü türküsünde zulüm ve haksızlığa karşı durmuş olan Debreli Asan'ın hikâyesi vardır. Ona eşkiya derler ama değildir, yiğit bir delikanlıdır, zenginlerden alır fakirlere verir. Aha bu dar kemeri de ahali üzerinden rahatça geçsin diye tamir ettirdi.”
“İşte biz de böyle üzerinden geçer, dua ederiz Debreli Asan’a.”
  
Drama Köprüsü(Su kemeri)


“Bu Debre dediğin nerededir beyba?”
“Drama’nın, Debrencik köyü doğumlu olduğundan dolayı Debreli derler ona,” “Deden Halil bu Debreliyi çok severmiş, ondan neyi bana da Asan demiş.”
“Bak ben bunu bilmiyordum.” Hasan başladı türküyü söylemeğe;
Drama köprüsü Hasan, dardır geçilmez bre Hasan
Dardır geçilmez, Bre Hasan dardır geçilmez
Soğuktur suları da Hasan, Bir tas içilmez
Anadan geçilir Hasan, Yardan geçilmez
Bre Hasan yardan geçilmez
At martini de bre Hasan, Dağlar inlesin.
“İşte böyle, daha sonra Asan mapushaneye düşer, türkü de öyle devam eder.”
Drama mahpusunda Hasan, Dostlar dinlesin
Mezar taşlarını Hasan, Koyun mu sandın bre Hasan?
Koyun mu sandın?
Adam öldürmeyi de Hasan, Oyun mu sandın?
Drama mahpusunu Hasan, Evin mi sandın?
Be Hasan evin mi sandın?
At martini de bre Hasan, Dağlar inlesin

"Drama Köprüsü  Türküsü "  için lütfen tıklayınız. 

Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin.

“İşte böyle evlat, bu türküyü ne zaman söylesem, bir dert alır beni.”
“Buraların derdi heç mi heç bitmez. Ahali, reçber epten ezilip durur zalimlerin elinde.”
“Gaddarlar, kıyıcılar doldurmuş her yanı, emerler cemaatin kanını.”

O yıllarda Osmanlı’nın çiftçisi, emekçisi ürettiği tüm tütün, tuz ve alkolü belirlenen fiyattan Reji idaresine vermek zorundaydı. Köylü Rejiden izinsiz kendi içeceği tütünü dahi saklayamazdı.  Önce Rejiye 3 kuruşa verir sonra 10 kuruşa geri alırdı. Bir köyden başka bir köye izinsiz tütün ve tuz taşımanın cezası çok ağırdı. Rejinin kendi silahlı korucuları vardı. Bazı kaynaklar Reji kolcularının 20.000 nin üzerinde Osmanlı köylüsünü vurarak öldürdüğünü yazarlar.

Osmanlı Devleti’nin borçlarını halktan kesilen vergilerle doğrudan ödeme amacı ile kurulan, Düyun-ı Umumiye İdaresinden, Reji Şirketi’ne devredilen bu acayip kurum, sermayeye dayalı ilginç bir özelleştirme modeliydi. Kurucu yabancı sermaye kaynakları Avusturya, Almanya, İngiltere ve Fransa (Osmanlı Bankası) kökenli olup, her biri Rothschild Ailesi'nin sahip veya da ortak olduğu gruplardan oluşuyordu.

Üreticiler ile Reji arasındaki asıl önemli sorun tütün fiyatlandırma meselesiydi. Drama sancağının en önemli gelir kaynağı olan tütün mahsulünü Reji İdaresi’nin “pek dûn fiyatla aldığı” Drama kazası köylerinin imam ve muhtarlarından gelen toplu dilekçelerden anlaşılıyordu.  Hatta bu dilekçelerde, Reji görevlilerinin üreticilere son derece düşük fiyatlarla tütün satmaya zorlamak için bazı bölgelerde cebir kullandıkları belirtilmişti. Reji’nin tütünleri düşük fiyatla satın almaya çalışması, en kısa yoldan kâr etme ve alacakların bir an önce tahsil edilmesi isteğinin bir sonucuydu. Kısacası rejinin astığı astık, kestiği kestikti.

Hasan ağa ve oğlu Salih, Darama’ya geldiklerinde vakit öğlen olmuştu. Reji idaresinin kırmızı tuğla binası önünde uzun bir kuyruk vardı. Kantarcılar işi ağırdan alıyor, Reji adamları içeride sigara içiyor, ara sıra çıkıp ne oluyor diye bakıyordu. Köylüyü sırada bekletmek ve yıldırmak gelenektendi.

Rejinin adamlarından “Sağır Yani”, “Kart Mihail” ve “İpsiz Spiro” adlı hırpaniler sanki birer Azrail, Drama’nın fasulyeden beyi gibiydiler. Zürrâ’nın getirdiği tütününü önce bunlar görecekler, fiyat verip pazarlık edeceklerdi. Edepsiz bir Rum hergelesinden başka bir şey olmayan Spiro, lakabı gibi ipsiz, sapsız bir adamdı. Ayağını ayağının üstüne atmış, Avusturya İmparatoru gibi kurulmuştu sandalyeye. Hasan, Salih’e dönerek;

“Şuna bak! mancalak gözlü herif, manda boku gibi yayılmış yine.”
‘Söyle bakalım Hacı ne istersin bu tütüne?’
“Onbir denk tütünüm var, kıyyesi ikişer kuruştan olacak,”
“Ohoo, sen uçtun yine haci, bu yıl tütün bol fiyat düştü haberin yok galiba.”
“Hayır yok, hem benim tütün A grad işte mührü.”
“Kim demiş ki A grad diye, ne malum.”
“Rejinin adamı Nuriddin yaptı eksperi, aha mal burda, bak kendin istersen.”
“Bu Nuriddin de önüne gelene basıyor damgayı, koy bakalım kantara tütününü.”
“Ülen hampacı, biliriz senin ne k.raneci olduğunu,” diye söylendi içinden.

Tütünler tartıldı,  yalvar yakar, bir buçuk kıyyeden fiyat kesildi. Hasan da makbuzunu aldı para kuyruğuna girdi.

Drama sancağının tütünleri, kent merkezindeki atölyelerde işleniyor ve Kavala Limanı’ndan ihraç ediliyordu. Başta Mısır olmak üzere İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya-Macaristan, Rusya, Amerika , Belçika, İsveç-Norveç, Yunanistan, İsviçre, Danimarka, Polonya, Avustralya, Finlandiya, Malta, İskenderiye, Hindistan , Tunus ve İtalya gibi dünya pazarındaki büyük alıcıların tercih ettiği tütünlerdi.

********************************

Nusratlı’dan Hasan ve Oğlu Salih, Reji idaresinden teslim ettikleri tütün bedelinin ilk avansını aldıktan sonra doğruca Drama çarşısına doğru yöneldiler. Kentin içindeki Karpuzkaldıran kaynak suyunun çevresinde, tütün işleme atölyeleri ve zenginlerin konakları yer almaktaydı. Drama Sancağında nüfusun büyük çoğunluğu Türklerden oluşuyordu. Gölet’in kenarındaki aş evlerinden birine oturdular.  Meydan oldukça kalabalıktı ve her tür kılık ve kıyafetten ahali ile doluydu. Drama halkının kısm-ı azamı Müslim ve kusuru Rum ve Bulgar, Arnavut, Çingene, Yahudi, Pomak vesaireden oluşmaktaydı.

Masaya oturduklarında, Hasan kuru fasle   ve köfte söyledi, yanına da pilav, bir güzel karınlarını doyurdular, ardından kaymaçina tatlısını da kaşıkladılar. Daha sonra hayvanları bir han kenarına bağlayıp çarşı içine yöneldiler. Pazara doğru yaklaşınca, Salih’in aklına bir türkü geldi,  sözlerini hatırlayınca da bir gülüme kapladı yüzünü.

Drama’nın içinde kurarlar Pazar
Kızlara yakışır şal ile şalvar
Vurun kızlar vurun vuralım
Bu gecedeki geceyi nerden bulalım?
Drama’da erkekler ayvayla hurma
Kızlara yakışır davulla zurna!

Drama çarşısı sıra sıra dükkânlardan oluşmaktaydı. Zahirecisinden, helvacısına, şekercisinden, muhallebicisine, tahmisçisi, peynircisi, kasabı, nalbandı dizilmişti yan yana. Manifaturacılar çarşısına girdiler. Kendilerine birer gömleklik, Huriye ve Saliha’ya da pazen eteklik, teyzelerine de şalvarlık kestirdiler. Daha sonra, yağ, sabun, tuz ve kahve alıp heybeye doldurdular, hayvanlara yükleyip yola koyuldular.

O akşam, köye döndüklerinde ailece bahçe içindeki divanın etrafındaki sedir ve minderlere oturmuşlardı. Keyifler yerindeydi. Çay kahve içiyor, çerez yiyorlardı. Ne de olsa tütünler satılmış bir yıllık emeğin çoğu tüccara ve rejiye yaramış ise de ele avuca bir miktar para girmişti. Gelecek yılın tütün dikimine başlayıp rahat bir kış geçirirlerdi artık. Ancak durum hiç de öyle olmayacak, dünyanın gördüğü en büyük bir felaketlerden birinin dalgaları çok geçmeden onlara kadar ulaşacaktı.

Drama, Karpuzkaldıran Göleti.



Drama Meydanı


*************************************
 
Bu dönemde Osmanlı Devletinin ekonomik durumu çok bozuktu. Sürekli savaşların masraflarına ek olarak Arnavutluk, Suriye ve Yemen isyanları devletin maddi gücünü tüketmişti. İç, dış borçlar ile bunların faizleri, altından kalkılamayacak duruma gelmiş ve dolayısıyla ordunun araç, gereç ve silâh ihtiyaçları temin edilememişti. Ordunun muharebe eğitimi çok yetersiz, birlik mevcutları çok düşük seviyede, ulaştırma imkânı kısıtlı, ikmal teşkilatı işlemez, harp stokları yetersiz ve hareket kabiliyetinden yoksun durumda idi. En önemlisinde ordu içinde birlik beraberlik, disiplin ve askerlik anlayışı kalmamıştı.

8 Ekim 1912 - 30 Mayıs 1913 tarihleri arasında; Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ Krallığı'ndan oluşan Balkan Birliği, Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlardaki topraklarına saldırdılar. Savaş, 8 Ekim 1912 tarihinde başladı ve 7 ay, 3 hafta sürdü. 30 Mayıs 1913 tarihinde sona erdiğinde, Osmanlı Devleti Rumeli ve Balkanlardaki topraklarının neredeyse tamamına yakınını kaybederken geride, Osmanlı tebaasıyken bir anda başka bir devletin azınlık statüsünde vatandaşları konumuna düşen yüz binlerce Müslüman Türk bırakmıştı. Yunanlar tarafından potansiyel tehlike olarak görülen Epir bölgesindeki, Selânik ve çevresindeki şehirler ile birlikte Ege Adalardaki Müslümanlara karşı yoğun baskı ve yer yer katliamlar yapılmağa başlandı ve bu durum yaklaşık on yıl sürdü.  

Beş asıra yakın bir Türk şehri olan Selanik  ve civarı Balkan savaşından en çok etkilenen yerlerin başında geliyordu. Camiler birbiri ardına yıkılırken, müezzinlerin yüzyıllardır ezan okuduğu  minareler susuyor ve diğer Balkan şehirlerinde olduğu gibi, Selanik Türkleri de can çekişiyordu. 

Savaşın başladığı 1912’den itibaren Türkiye’ye sağ salim ulaşabilmiş sürgün sayısı 413 bin 922 kişiydi. Balkanlar’da kalanların da sayısı belliydi ve göç edenlerle kalanların sayısı toplandığında savaş öncesindeki nüfusun yaklaşık 650 bininin kayıp olduğu ortaya çıktı. Bunların tümünün katledildiği, açlık ve hastalıklara kurban gittiği kesindi. Balkan Savaşları’nda ölen, esirken öldürülen on binlerce asker ile devlet görevlileri ve aileleri bu sayılara dahil değildi.
 
  
Balkan Göçü

Balkanlar’daki Müslüman nüfusunun yüzde 35’i sürülmüş, yüzde 27’si kıyıma uğramıştı. Kalanlar artık azınlıktaydı. “Irklar savaşı” meyvesini vermiş, yaygın bir etnik temizlik hareketi başlamıştı. Öyle korkunç kıyımlar yaşandı ki Balkan Müslümanları, kitleler halinde yollara düştüler. Yine de saldırılara uğruyor  ve Bulgar çetecileri karşısında savunmasız kalıyorlardı. Pek çok göçmen yollarda can verdi. Tüm varlıklarını yerinde bırakarak, yalınayak yola çıkan, tümü kadın ve çocuklardan oluşan bu göç ne kadar büyük olursa olsun, Balkan devletlerinde önemli sayıda Türk azınlığı yerlerinde yurtlarında kaldılar. Bunlar arasında, askere giden oğullarının dönüşünü bekleyen, Dramalı Halil Oğlu Hasan ve ailesi de bulunmaktaydı.

Esaret             

Balkanlar tarihin her döneminde kanlı savaşlara sahne olmuş bir coğrafyada yer alıyordu. Nasıl olmasın ki ayrı dinden ve dilden, her çeşit millet, bir arada yaşamaktaydı bu daracık dağlık bölgede. Oysaki Osmanlı döneminde bazı isyanlar olmuş ise de Balkan’larda yaşam yüzyıllar boyu sulh ve sükûn içinde geçmişti. Ancak hiç beklenmedik bir zamanda, Ekim 1912'de Karadağ,  Osmanlı'ya karşı bir isyan başlatıp, savaş ilan edince, I. Balkan Savaşı'nı başlamış oldu. Ardından, Bulgaristan, Arnavutluk, Kosova ve Makedonya cepheleri de dâhil olmak üzere savaş hızla yayılmağa başladı. Yunan ordusu başlangıçta hazır değildi bu savaşa, buna rağmen Yunanlar da saldırıya geçtiler. Esad Paşa komutasındaki Osmanlı Yanya Kolordusu Komçiadis savaşında General Sabuncakis komutasındaki Yunan Epir ordusunu yenmesine karşın hemen ardından, Gribova Muharebesi Osmanlı yenilgisi ile sonuçlandı. Sonrasında, Osmanlılar tekrar saldırıya geçen, Yunan Kızıl gömleklileri ve Garibaldin olarak bilinen İtalyan gönüllüleri bozguna uğrattı ise de Yunan ordusu, Kuzey Yanya'ya doğru ilerlemesini sürdürdü. 20 Kasım'da Batı Makedonya'da Yunan birlikleri, Osmanlı Vardar Ovasında Görice'yi ele geçirdi. Birinci ve İkinci Yanya Muharebesi ise Osmanlı zaferi ile sonuçlanmıştı. Ancak, Bizani’de (Üçüncü Yanya Muharebesi) Osmanlı hatları yarıldı ve 6 Mart 1913'te Yanya düştü. Yanya kolordusunun pek çok askeri ve komutanı Esad Paşa Yunanlara teslim olmak zorunda kaldılar. Doğu Trakya'da Osmanlı ordusu, Bulgarlara karşı Kırklareli-Lüleburgaz Muharebesini kaybedince, Edirne kuşatma altına alındı ve ordu Çatalca önlerine kadar çekildi. 

***************************

Balkan Harbi başladığında, Balkanlarda yaşayan Müslüman Türkler arasında fazlaca bir kaygı yaşanmamıştı. Osmanlı Ordusu her ne kadar çoktandır bir savaş kazanmadı ise de yine güçlüydü ve koskoca bir İmparatorluğun ordusuydu. Üç beş, sonradan olma çapulcu devlet ile mi baş edemeyecekti. Seferberlik ilan edildi ve Balkanlarda yaşayan Müslüman gençler ve azınlıklar da askere alındılar.

Askere alınanlar arasında Drama, Nusratlı Köyünden Halil oğlu Salih de vardı. Diğer gençlerle birlikte, trenle yirmi dakika mesafede bulunan Drama’daki karargâha geldiler ve teslim oldular. Ancak Osmanlı Devletinin bu savaşa çok da hazır olmadığı anlaşılıyordu. 30 Eylül 1912 tarihinde seferberlik ilan edildiği sırada Osmanlı ordusu, Karadağ ordusunca desteklenen Katolik Arnavutlar ile savaş halindeydi. Yakova yöresinde bazı subaylar, hükümet aleyhine asi Arnavutlarla birleşmişlerdi. Salgın hastalıklar, cephane yetersizliği ve firarlar dolayısıyla mevcutları hayli azalan Osmanlı askerleri birçok havalide eşkıya ile de mücadele halindeydi. Yunan donanması Ege ve Akdeniz’i abluka altına aldığı için yeni Osmanlı birlikleri, Balkanlara deniz yoluyla gönderilemiyordu.

Askerlerin giydirilmesi konusunda bile sıkıntı vardı. Abdullah Paşa Lüleburgaz’da onbin kadar askeri giydiremediği için geri göndermişti. Orduda hastane levazımatı ve sıhhiye birlikleri yetersizdi. Bazı birlikler panik içinde kaçtığından dolayı mühimmat düşmana kalmaktaydı. Mevcut 12 uçağı idare edecek yeterli subay yoktu. Uçakların bakımı yapılamadığı için cephede ilk uçuştan sonra bir daha havalanamadılar. Yenilgiler birbirini izledi. 

Salih’in katıldığı birlik, Karadağ sınırında savaşmaktaydı. Kötü hava şartları altında bozuk ve batak yollar üzerinde yorucu bir yürüyüşten sonra durup dinlenmeden düşmanla kanlı bir çatışma içine girdiler. Ancak durum hiç de iyi görünmüyordu. Zaten eksik olan subayların ölümü, birliklerin komutansız kalması, karanlıkta birliklerin yanlışlıkla birbirine ateş etmeleri, redif askerlerinin eğitim eksikliği paniğe sebep oldu. Bu arada, Vardar kıyısında savunmayı göze alamayan Hasan Tahsin Paşa, 40 bine yakın Türk askerini silahlarıyla birlikte 9 Kasım 1912 tarihinde, Selanik’i Yunanlılara teslim ettiği haberi geldi.

Halil oğlu Salih cepheden cepheye koşuyordu. Savaşın,  dağı ovası, yazı, kışı gecesi gündüzü yoktu. Her an her yerden bir saldırı geliyor, binlerce insanın kanı dökülüyor, ölüyor veya sakat kalıyordu. 3-24 Ekim 1912 tarihleri arasında, Osmanlı İmparatorluğu topraklarının Sırbistan Krallığı’na yakın bölgesinde yer alan Kumanova’da gerçekleşen çarpışmada Osmanlı ordusu bozguna uğradı. Salih de diğerleri ile birlikte teslim olmak durumunda kaldılar. Osmanlı ordusundan çok sayıda esir alınmıştı. Bunlar cepheye en yakın yer olan Belgrad Kalesine doğru yola çıkarıldı. Hali hazırda Belgrad'da üç binden fazla esir Türk askeri bulunuyordu. 6 Kasım tarihinde aralarında, Dramalı Salih’in de bulunduğu; Yeni Pazar, Piriştine ve Prilepa'dan gelen Türk esirleri arasında, 4 Albay, 66 Subay ve 100 kadar asker ile birlikte bir müftünün de yer aldığı kafile Belgrad kalesine kapatıldılar.
 
   

Bir zamanlar yeniçerilerin nöbet tuttuğu, koğuş ve dehlizlerde bu kez Osmanlının askerleri ve subaylarından oluşan esirler, Kale dibindeki mahzenlere konmuştu. Tutsaklık zordu Sırpların elinde. Bu gaddar millet, yüzyıllardır Osmanlı boyunduruğunda kalmanın acısını sanki bu esirlerden çıkarmak istercesine olmadık eziyet, işkence ve hakaretlerde bulunuyorlardı. Yiyecek yoktu, su Osmanlının yapmış olduğu, kale kuyularından ve çeşmelerden sağlanıyor ve her yudumda atasına, ceddine dua ediyordu tutsak Osmanlı askerleri. Kale içinde halen camilerin bulunması Müslümanlar için bir nimetti. Sabah ezanında erkenden kalkan esirler, çeşme başında abdestlerini alıp, müftünün ardında namaza duruyor, vatanın selameti ve aileleri için dua ediyorlardı.

Salih güçlü kuvvetli bir delikanlı olmasına rağmen bu esarete dayanamıyordu. Onu çeşmeden su getirmekle görevlendirdiler. Testi ile taşıdığı suyu, bakır tas içinde yüzbaşıya sunduğunda;

“Sağ olasın asker, elin dert görmesin,” dedi yüzbaşı. Üstü başı perişan, sakalları uzamış, çizmeleri yıpranmış bir haldeydi.
“Bu eller göreceğini gördü yüzbaşım. Daha ne olsun!” diye cevapladı Salih.
“Haklısın evlat bu millet bir daha böyle bir zillet yaşamasın.” Eğilmiş duran başını yukarı kaldırdı yüzbaşı.
“Neredensin sen?”
“Drama’nın, Nusratlı köyünden olurum.”
“Nusratlıyı bilirim, iyi tütüncüdür.”
“Üledir yüzbaşım.”
“Buranın nere olduğunu bilir misin?”
“Bilirim komutanım, Belgrad kal’ası derler.”
“Geçmişini bilir misin?
“Bilemen yüzbaşım.”
“Bak sana anlatayım. Ben uzun süre burada görev yaptım. Nereden bilirdim ki günün birinde tutsak gelicem, eli kolu bağlı.”
“Yüce Rabbin takdiri olsa gerek.”
“Yüce rabbim ne yapsın bu Osmanlı’nın aptallığına, bu koskoca Devleti-Ali bak ne hallere düştü!” Dedi başını üzgün üzgün sallayarak;
“Bak, Belgrad Kalesi’nin bulunduğu alana ‘Kalemegdan’ yani, Kale Meydanı derler. Bu gördüğün,  ‘Sahat Kula’ Osmanlı izlerini taşır.”
Salih başını kaldırıp kale duvarı üzerinde yükselen saat kulesine baktı. Yüzbaşı anlatmağa devam ediyordu:
“Kalemeydan, Tuna ve Sava nehirlerinin buluştuğu noktada yükselen bu tepede yer alıyor. 1521 yılında Belgrad’ı fetheden Sultan Süleyman Han, burayı Osmanlıların Avrupa seferleri için çok önemli bir askeri yeri haline getirmiş.”
“Bak burada, Osmanlı’dan kalan çok sayıda mekân var.” 
“Şu kaleye girdiğimiz büyük kapı var ya adı İstanbul Kapısıdır.”
“Şu türbe kimin türbesi yüzbaşım? Osmanlı yapısına benziyor,” diye sordu Salih.  
“Evet öyle, Mora Fatihi Damat Ali Paşa’nın türbesidir. Su getirdiğin şu çeşme de Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın, 1578’de yaptırdığı bir sebildir.” Yüzbaşı anlatmağa devam ediyordu:
“Bu Kale, 4 katlıdır. 116 kule, 5.060 mazgal ile Osmanlı'nın en müstahkem kalelerinden biriydi. Ya şimdi!...” 
“Namaz kıldığımız bu cami de toprağı bol olsun, Belgrad Fâtihi Sultân Süleyman Hanın selâtin camiidir. Ayrıca üç cami daha vardı Kale içinde.”
 
  
Belgrad Kalesi'nde Sırplar tarafından esir alınan bir yüzbaşı, 1912.

******************

8 Ekim 1912-29 Eylül 1913 arasında gerçekleşen Balkan savaşlarında Osmanlı Devleti topraklarının büyük bir kısmını kaybetti. Herkes kaçıyor, çoluk çocuklarıyla birlikte manda arabalarıyla uzun kafileler  halinde, Anavatan’a ulaşmağa çalışıyorlardı. Köyleri yakılmış, yersiz yurtsuz yollara düşmüş insanlar kargaşayı daha da attırıyor, her yanda fecaat ve sefalet kol geziyordu. Çocuklar yarı çıplak, kadınlar yalınayak çamurda yürüyorken, bazı subay ve erat vahşiler gibi panik içinde şuursuz bir şekilde kaçıyordu.

Savaş sonunda Osmanlı Devleti, 120 bin esir verirken, on binlerce asker de şehit düştü. Geride, Osmanlı tebaasıyken bir anda başka bir devletin azınlık konumuna düşen yüz binlerce Müslüman Türk bırakmıştı. Yunanlar tarafından potansiyel tehlike olarak görülen Epir bölgesi, Selânik ve çevresindeki şehirler ile adalarda yaşayan Müslümanlara karşı yoğun baskı ve yer yer katliamlar yapılmaya başladı. Bu durum tam on yıl sürdü.  

Büyük savaşlar doğurduğu sonuçlar itibari ile yenilen devletler için unutulmaz olur. Balkan Savaşlarına katılan bütün devletlerin tek amacı, Türk-Müslüman varlığını bu topraklardan çıkarmaktı. Özellikle Yunanistan’la olan mücadele bunlar arasında daha çok dikkat çekiciydi. Çünkü Yunanistan bir milleti bu topraklardan silme hatta bununla yetinmeyip,  büyük bir hayal peşinde, Anadolu’yu da ele geçirmek amacını güdüyordu. Onların savaş sırasında ve sonrasında Müslümanlara yaptıkları eziyetler hafızalardan silinmeyecek görüntüler bıraktı. Sivil, asker herkes, Yunan mezaliminden payını aldı. Uluslararası hukuku hiçe sayan, dünya kamuoyunu yanıltmaya çalışan Yunanistan’ın elinde bulundurduğu savaş esirlerine ve halka yaptığı mezalim bunun en önemli kanıtıydı.

************************

Nusratlı tren istasyonu

 Balkan Savaşı hızla sürerken, Nusratlı Köyünde yaşam devam ediyordu. Ancak hiçbir şey eskisi gibi değildi. Olamazdı da. Gençlerin tamamı askere gitmiş, gazi olmuş veya şehit düşmüştü. Pek çoğundan da hiç haber alınamadı. Halil oğlu Hasanı yaşı ileri olduğu için askere almadılar. O da tek başına ailesinin geçimini ve düzenini sağlamağa çalışıyordu. Kardeşleri ve yakınlarından çoğu ya savaşta şehit düşmüş, yaralanmış ya da esir olmuştu. Cepheye giden hiç kimseden haber gelmiyor, herkes malını tarlasını bırakıp panik halinde kaçıyordu. Bu hengâme devam ederken, Köyün imamı Nurullah Efendi, namaz çıkışında Hasanı yakaladı.

“Ne edersin bre Asan, var mıdır senin Salih’ten bi aber?”
“Yoktur bre imam efendi, bir yıl oldu, gelmedi iç bi müzekkere.”
“Abe ne yapmağı düşünürsün bu ahvalde?”
“Napçaz büle, eç bilemem.”
“Muhacır olmayı düşündün mü sen de?”
“Nereye gitçez beya! Yoktur bildik bi yer, bi mekân.”
“Peki, ne edeceksin buralarda?”
“Mekkare beygiri gibi dolanırım, giderim tarlaya ekerim tütünümü.”
“Yani kalcan köyde?”
“Var mıdır bre başka çare? Salih’ten gelmeden aber gitmem bi yere.” 
“Belki şehadet mertebesin ermiştir Salih, gel bir duasını yapalım hele.”
“Olmaz bre imam efendi. Ya döner gelirse günün birinde?”
“Allahtan ümit kesilmez, bizi sınar habire.”
“Etmeyelim duamızı eksik, Allah taksiratımızı affede.”

*************************

Belgrad yakınlarında tren istasyonu
 

1912 yılında Uluslararası Kızılhaç Konferansında alınan karar doğrultusunda Belgrad'da Uluslararası bir Kızılhaç Esir Komisyon'u kuruldu. Hilal-i Ahmer Cemiyeti de Osmanlı savaş esirleri ile ilgili olarak, doğrudan temas halinde olabilmek amacıyla Üsera Heyeti (Esir komisyonu) kurulması kararı aldı. Üsera Komisyon'u halkın bilgilendirilmesi amacıyla kuruluşunu gazetelerde yayınladı ve savaştaki yakınlarından haber alamayan pek çok kişi yazdığı dilekçelerle komisyona başvurarak yakınlarının akıbeti ile ilgili bilgilendirme talebinde bulundu. 

Komisyon sistemli yürüttüğü çalışmalarla esir düşmüş Türklerin belirlenmesi için Belgrad'daki Uluslararası Kızılhaç Komisyonu'na ve Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan, Karadağ Kızılhaç temsilcilerine başvurdu. Bölgede esir düşen Türk askerlerinin listelerinin bir kısmı Yunanistan ve Sırbistan tarafından gönderilse de Bulgaristan savaşın sonuna kadar bu listeleri elinde bekletti. Sırbistan'ın gönderdiği listede 10.500 hasta ve esirden bahsedilmekteydi. Karadağ ise sadece 92 subayın ismini bildirmişti. Yunanistan'ın gönderdiği listede 725 Türk subayı esir olarak bulunuyordu. Daha sonra tamamlanan listelere göre Bulgaristan'da 70.360, Yunanistan'da ise 60.000 Osmanlı savaş esiri bulunduğu görülmekteydi. 

1 Mart 1913'den Nisan'a kadar Hilal-i Ahmer Üsera Komisyonu çeşitli yerlerdeki Türk esirlerine aileleri tarafından gönderilen 53 manda post   ve 30'dan fazla çamaşır paketini yerlerine ulaştırdı. Komisyon esirlerin aileleriyle haberleşmelerini sağlama ve esirlerin sağlık durumlarını öğrenebilme hususunda da her tür çabayı gösteriyordu.

***********************

Salih’in esir bulunduğu Belgrad Kalesinde bir yılı aşkın zaman geçmişti. Hiçbir yerden haber alınamadığı gibi geçen süreden ve dışarıda neler olup bittiğini bilmiyordu kimse. Salih derme çatma bir su arabası ile kaleye su taşırken, pejmürde kıyafeti ile bir Osmanlı neferi yanına geldi.

“Bre Asan, var sana bi aber üzbaşımdan.”
“Hangi yüzbaşıymış o, bi de hele?”
“Faik üzbaşım, ani İstanbullu olan.”
“Ne aber yollamış bana yüzbaşım?”
“Ne bilirim ben, gelsin göreyim onu der.”
Akşama doğru Salih subayların koğuşunda Faik yüzbaşıyı buldu.
“Buyrun yüzbaşım, beni görmek istermişsin.”
“Evet isterim, gel şöyle otur bir hele,” diyerek bir ağaç kütüğünü gösterdi. Hasan oturmak istemedi dimdik ayakta durdu.
“Sen Tuna Nehirden buraya arabayla durmadan su taşırsın değil mi evlat.”
“Öledir yüzbaşım, bana verdiler şimdi bu işi. Daha çok susak suyu   taşırım.”
“Şimdi beni dikkatlice dinle ve kimseye söyleme anlattıklarımı.”
“Sülemem yüzbaşım.”
“Senin araba ile su taşırken, kale kapısında bir kontrol var mıdır?”
“Vardır yüzbaşım yanıma bir süngülü verirler.”
“Yani fıçıların içine bakmazlar.”
“Eskiden bakarlardı imdi bakmaz oldular yüzbaşım.”
“Sen nehirden fıçılara su doldururken o ne yapar, o süngülü?”
“Ordaki kulede nöbetçilerle konuşur, oturup cigara içerler.”
“Yani sağa sola dikkat etmezler.”
“Etmezler yüzbaşım.”
“Şimdi sen beni iyi dinle, yarın arabanın tekerine bir çomak sok kırılsın, sonra da tavlaya götür tamir ettir. Yani geçe kal.”
“Başım üstüne,”
“Sonra acele su getireceğim cenaze var de.”
“Başüstüne.”
 “Suyu caminin abdestlik yerine getir, boşalt. Ardından fıçıların kapağını açık bırak.”
“Biz cenazeden sonra bu koca fıçıların gireceğiz iki arkadaşımla. Sen kapakları kapatacaksın. Ardından tekrar suya gideceğim diyeceksin.”
“Tamam yüzbaşım.”
“Sonra bizi iskeleye kadar fıçıların içinde götüreceksin, orada nöbetçiyi kollayacaksın.”
“Annadım yüzbaşım.”
“Nöbetçi gidince ‘tık, tık’ fıçılara vuracaksın.”
“Hep birlikte oradan sıvışacağız. Bir tekne var bizi orda bekleyecek.”
“Fıçılara su doldurma işine kadar sürer.”
“İki vakti bulur.”
“Tamam, akşamdan çıkını hazır et, sen de bizle geliyorsun.”
“Ha bir de arabanın atlarını salacaksın, bizi atlarla kaçtı sansınlar diye.”
“Annadım yüzbaşım.”
Salih’i bir heyecan aldı, sevinsin mi, korksun mu bilemiyordu. Geceyi uykusuz geçirdi sonunda.
“Ülen beya, ya herro ya merro. Yetti bu esaret gadri,”  dedi vurdu kafayı yattı ancak sabaha kadar uyuyamadı. Yoksa bu esaret artık bitecek miydi!

Ertesi gün plan aynen uygulandı. Faik, Numan ve Sami yüzbaşılar, Cenaze namazından sonra eski şarap fıçılarından bozma su bidonları içine girdiler. Salih arabayı dehledi Tuna Nehri kıyısına su getirmeğe indi. Kale çıkışında yanına oturan nöbetçi nehir kıyısındaki bir kuleye sigara içmeğe gidince, atları boşalttı, fıçılara tıklattı. Hava kararmak üzeriydi.  Tuna ve Sava Nehirlerinin birleştiği yerde güneş ufka yaklaşmakta ve tatlı bir pembelik gökyüzünü kaplamıştı. 

Faik yüzbaşı elindeki kıvrık kağıt parçasına bakarak eliyle batı yönünü gösterdi ve kısık bir sesle;

“Bu yönden gidiyoruz arkadaşlar, sessizce.”

Faik, Sami ve Numan yüzbaşılar ile birlikte Dramalı Salih de Nehir kıyısını izleyerek, Tuna kıyısında beklemekte olan tomruk yüklü bir tekneye yanaştılar. Tek direğinde beyaz bir bayrak asılıydı. 

“Tamam, bu olacak mavna,” hep birlikte tekneye dayalı payandadan içeri süzüldüler. Onları beklediği anlaşılan ve küpeşteye yaslanmış duran, siyah elbiseli bir adam elini kasketin siperine götürerek onları selamladı ve Türkçe olarak; 

“Hoj gelmişsiniz zabitan, buyurun girin içeri.” Ahşap merdivenlerden alttaki kamaraya indiler ve ardından tekne hızla kıyıdan ayrıldı.

******************

Alman Salib-i Ahmer (Kızılhaç) Cemiyeti Trablusgarp Savaşı’nda olduğu gibi Balkan Savaşları’nda da Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne büyük destek vermekteydi. Hilâl-i Ahmer’in önemli işlerinden biri de Türk harp esirlerinin listelerini Belgrad’daki Uluslararası Esir Komisyonu aracılığı ile elde edip, Hariciye Nezareti’nin bildirmekti. Hilâl-i Ahmer’den, listeler geldikçe üseranın  isimlerini gazetelerde yayınlayarak yakınlarını haberdar ediliyordu! Kızılhaç görevlileri arasında, Alman istihbarat teşkilatlarının elemanları da bulunmaktaydı. Bunlar zaman zaman esir kamplarını dolaşıyor, durumu rapor ediyorlardı. Belgrad Kalesine gelen ekipteki,  Heinrich Kohler ve Albert Jurasz adlı iki doktor, aslında birer örtülü ajandı. Bir ziyaret sırasında Dr. Kohler, Yüzbaşı Faik'e gizlice bir zarf uzattı. Gece olduğunda zarfı açan Yüzbaşı Faik, burada Almanlarca hazırlanmış bir kaçış planı ve bir de kroki olduğunu gördü. Planda 7 Haziran 1914 akşamına kadar, Belgrad kalesi yakınlarında, Tuna ile Sava nehrinin birleştiği yerde bir tekne, kaleden firar eden Türk subaylarını alarak hareket edecekti. Yüzbaşı Faik, üç subay ve bir erin kaleden kaçış planını Alman doktora gizlice iletti. 

*******************

Akşamın alaca karanlığında Tuna Nehri boyunca ilerleyen tomruk yüklü tekne Alman istihbaratı tarafından ayarlanmıştı. Amaç, Balkan Savaşında esir düşen Türk subaylarını kurtarmak ve onları vatana kavuşturarak, yakında çıkması muhtemel büyük savaş için hazır tutmaktı. Bu sırada Osmanlı Devleti ve Almanya gizli bir antlaşma imzalama için görüşmeler yapılıyordu. Böylece Osmanlı Devleti ile Almanya müttefik olacaklardı. Anlaşma tarafları Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasındaki mevcut ihtilafta tarafsız kalmayı taahhüt edecek, Rusya askeri olarak müdahale ederse, Osmanlı Devleti, casus foederis   ile bunan tabi olacaktı.

********************

Alman gizli ajanları mavna içinde önceden hazırlanmış kıyafetleri Faik Yüzbaşı ve beraberindekilere verdiler. Üzerlerindeki yıllarca giyilmiş esir kıyafetlerini çıkarıp, tertemiz yıkanmış iç çamaşırlarını ve yeni elbiseleri giyince büyük bir rahatlık duydular. Ellerine önceden düzenlenmiş ve Alman vatandaşı olduklarına dair belgeleri de alınca, bambaşka bir kimliğe bürünmüş oldular. Almanlar Türk subaylara oldukça yakınlık gösteriyorlardı. Çünkü ne de olsa müttefiktiler ve yakında çıkacak savaşta beraberce çarpışacaklardı. Tomruk yüklü tekne Tuna boyunca yol alıp Kaleden uzaklaştı. Bu arada bizinkilere harcamaları için bolca Alman Markı da verdiler. Sabah olunca, Belgrad yakınlarında bir tren istasyonu civarında mavnadan indiler. İstanbul’a kadar tren yolculuğu için uyarılar yapılmış, gerekli bilgiler alınmıştı.  Arnavut asıllı Bekir adlı ajanın yol gösterdiği istasyona geldiler. Burada, Berlin’den gelmekte olan Şark ekspresi için İstanbul’a kadar bilet alındı ve tren beklenmeğe başlandı. Ara istasyon olduğu için burada sıkı bir yoklama ve kontrol yoktu. Bu arada, kara bir lokomotifin çektiği tren, siyah duman ve buharlar salarak istasyona girdi. 

“Haydin size iyi yolculuk kardeşler. Yolunuz açık, gazanız mübarek olsun.” 
“Sağol, Bekir kardeş, hakkını helal et.” 
“Ne hakkıdır bre, siz kavuşun memleketinize hayırlısı ilen.”

Şark Ekspresi(Orient Express)



Trene binip bir kompartımana yerleştiler. Trende, çok sayıda Alman subayı ve arka vagonlarda yüklenmiş, savaş teçhizatı bulunuyordu. Osmanlı Devleti’nin Londra, Paris, Berlin, Viyana gibi Avrupa başkentleri ile doğrudan bağlantısını sağlayan Şark Ekspresinin (Orient Express) işlediği demiryolu hattı, savaşı yıllarında büyük önem kazanmıştı. Berlin’i, İstanbul’a bağlayan demiryolu Osmanlı Devleti’nin Almanya ile yaptığı, 2 Ağustos 1914’te gizli ittifak anlaşması sonrasında iki müttefik devlet arasında doğrudan irtibat sağlıyordu. Almanya, Osmanlı Devleti’ne trenle gizlilik içinde askeri heyetler, silah, mühimmat, telsiz tesisatı, tıbbi malzeme ve hatta altın göndermeye başlamıştı.

İstasyonda bekleyen askerler


Asker ve teçhizat taşıyan vagon


Ağustos ayının son haftasında yüzden fazla Alman denizci ve kıyı savunma uzmanlarını taşıyan bu tren, gece Niş'e ulaştı. Bu arada tren kondüktörleri almış oldukları talimattan olsa gerek, Alman asker ve subaylarının yanına pek yaklaşmıyorlardı.
 

Dimitrovgrad İstasyonu. Yugoslavya-Bulgaristan sınırı

İkinci günün sonunda Dimitrovgrad'a, ardından Sofya'ya üzerinden, Edirne ve Sirkeci Garı’na ulaşacaklardı. Yol boyunca geçtikleri tren istasyonlarında, Balkan savaşının izlerini görüyorlardı. Halk perişandı. Telaş içinde çoluk çocuk ve derme çatma eşyaları ile üst üste vagonlara doluşuyor ve Ana Vatan’a ulaşmak için çaba harcıyordu. Tren, nihayet Uzunköprü yakınlarında Osmanlı sınırına ulaştı. Burada köprü üzerinde nöbet bekleyen Mehmetçiği gördüklerinde gözleri yaşla doldu.
 

Şark Ekspresi treniyle Türkiye’deki ilk durak, Uzunköprü


İşte burası kaybedilmemiş Vatan toprağı ve Türkün Anayurduydu. Kaybedilmiş vatan topraklarının sancısı ise yüreklerine dolmuş ve kendi topraklarında esir olmanın verdiği acı ise insanoğlunun görebileceği ve yaşadığı en korkunç sarsıntı olmalıydı. Şark Ekspresi sonunda Edirne’ye ulaştı. Artık güvendeydiler ve iki yıl süren savaş ve esaret artık sona ermişti. Ancak görünen o ki asıl büyük savaş şimdi başlıyordu.




********************

Şark Ekspresi Sirkeci’ye geliyor.
 
Faik Yüzbaşı ve beraberindekiler, Sirkeci Garında trenden indikten sonra doğruca, Beyazıt’taki Harbiye Nezaretine geldiler. Harbiye Nezaretinde büyük bir kargaşa ve kalabalık hâkimdi.  Çıkması muhtemel bir savaşa karşı hazırlıklı olmak amacıyla ordu birliklerinin hazırlanması için, 11 Mayıs 1914 tarihi itibariyle 1310 doğumlu efradın silâhaltına celbi için bir geçici kanun çıkmıştı. Gelişmeler dikkate alınarak ordunun yeniden yapılandırılmasına ve Balkan Harbi öncesindeki garnizon mahallerine geri dönülmesine karar verildi.
 

Sirkeci Tren Garı

 
Böylece esaretten yeni dönen Yüzbaşı Faik ve arkadaşları, Çanakkale İstihkam mevkilerine tayin edildiler. Salih’in ise ne olacağı meçhuldü. Drama artık Yunanistan idaresinde idi. Salih’in öncelikle ailesini bulması gerektiğine karar verdiler. Acaba hala Drama’da mı idiler? Belki de çoktan Anadolu’ya göç etmişler, belki de İstanbul’da bulunuyorlardı. Ancak bunun bilmesine olanak yoktu. En doğrusu Drama’ya gitmek ne olduklarını öğrenmekti.

Harbiye nezaretindeki işleri bitince, Karaköy’e geldiler. Buradan bir Şirketi Hayriye vapuruna binip, Üsküdar’a geçtiler. Doğancılar’da bulunan evinin kapısını çaldığında yüreği küt küt atıyordu Faik yüzbaşının. Kapı açıldı evladını karşısında gören yaşlı babası, anası ve bacısı ile hasretle sarıldılar birbirlerine. Gözyaşları seller gibi aktı. O gece yüzbaşının evinde misafir kaldılar. Ertesi günü, Selimiye Kışla hamamına giderek bir güzel temizlenip, paklandılar. Yıllardır doğru dürüst yıkanmamış, yeni elbise giymemiş, çorap çıkarmamışlardı. Hamamdan çıkarken, pirüpak, Dünya’ya yeni gelmiş gibiydiler. Bu sırada Üsküdar Camilerinden yükselen ezan sesi yankılar yaparak İstanbul semalarında yayılıyor, Salacak kıyılarından aşağı doğru uzanan masmavi denizinde, Şirketi Hayriye’nin vapurları ardında beyaz köpüklü bir iz bırakarak, gidip geliyorlardı.

Salih iki gün boyunca Üsküdar ve civarında dolaştı. Selimiye Kışlası ve Üsküdar camilerine hayran kaldı. Kız kulesini merakla seyretti. Cuma namazını Mihrimah Sultan Camisinde kılıp,  ailesine kavuşmak ve onların sağlığı ve varlığı için dua etti. Acaba ne olmuştu onlara? Neredeydiler? Evlerini barklarını terk edip muacir mi olmuşlardı? Bunu anlamanın tek çaresi Drama’ya gitmekti, ama nasıl? Hala bir Alman kimliği ile dolaşıyordu ve evi barkı yoktu. Doğduğu büyüdüğü yerler artık onları düşman belleyen bir milletin elindeydi. Evine dönme kararını Faik yüzbaşıya bildirdi. Ardından derhal Sirkeci’ye gelip, Selanik’e giden trene bilet aldılar. Yüzbaşının yaşlı annesi ona bir çıkın yolluk hazırladı, vedalaşıp ayrıldılar. Faik Yüzbaşı, Sirkeci’ye kadar eşlik edip, hayırlısıyla yolcu ettikten sonra Harbiye Nezaretinin yolunu tutacaktı.

“Haydi sana uğurlar ola Salih, yolun açık talihin gani olsun.”
“Hakkınızı helal edin yüzbaşım.”
“Ne helalliği be Salih, senin cesaretin ve mertliğin yeter.”
“İnşallah kavuşursun yakında ailene.”
“Yoksa kalk gel, burayı evin, bizi ailen bil.”
“Sağolun yüzbaşım, sizin da gazanız mübarek, vatanımız var olsun.”

Sirkeci’den kalkan tren Marmara deniz kenarını izleyerek yoluna devam ediyordu. Salih pencereden denizi seyrederken, acaba buraları tekrar görecek miyim diye iç geçirdi. Tren akşama doğru Dedeağaç’a varmıştı. Ardından, Gümülcine ve İskeçe istasyonlarını geçerek Kavala’ya ulaştı. Yoldaki kontrollerde bir sorun çıkmadı. Buradan sonra iş kolaydı. Babası ile kaç kez Kavala‘ya tütün taşımışlardı. İstasyonda, Drama’ya giden bir yük arabacısı ile anlaştı, artık buraları bildiği, tanıdığı yerlerdi ve ata, baba topraklarıydı. Ancak durum hiç de öyle görünmüyordu. Sanki yabancı bir ülkenin sınırlarına girmişti.
 

Dedeağaç tren istasyonu, 1910 yılları

********************

Nusratlı’nın köy kahvesinde, Halil oğlu Hasan ve caminin imamı Nurullah Efendi oturmuş sohbet ediyorlardı. Son derece üzgün ve bedbindiler.

“Ne olacak bu bizim bu ahvalimiz be imam efendi? Herkes muacır oldu gitti, köyde ahali kalmadı.”
“Rabbimin takdiri olsa gerek, bizi böyle sınar.”
“Bizim ne taksiratımız vardır bre, hep bizi mi bulur bunca cefa, eziyet?”
“Neden Muacir olmazsın be Asan, bak herkes terk edip gitti buraları. Sende topla kızanı çık yola.”
“Olmaz bre İmamefendi. Sülerim sana, Salihim gelmeden kımıldamam iç bi yerceğize.”
“Peki, sen neden kalırsın buralarda imam efendi.”
“Benim kalmam gerekir be Asan, ben de gidersem bu cami kapanır, Müslümanın izi kalmaz buralarda.”
“Ezan sesi heç kesilmesin isterim.”
Bu sırada köy meydanında bir at arabası durdu. Bu arabacı Kamildi. Yükleri indirmeğe başladı. Yanında ince uzun dal gibi bir delikanlı ona yardım ediyordu. ‘Kim ola ki,’ diye düşündüler, kılık kıyafet farklıydı ama hiç yabancı gibi görünmüyordu. Birden Hasan yerinden kalktı, fırladı koştu.
“Abe bu benim Salihim. Allah’ıma,  kurban olayım.”

Salih yaşlı babasını karşısında görünce ne yapacağını şaşırdı. Sarılıp, ağlaştılar, duyanlar koştu geldi, bir sevinç bir coşku kapladı ortalığı yılardan beri görülmeyen. Eve geldiklerinde, anası, bacısı kardeşleri ile buruk bir sevinç içinde kavuştular birbirlerine.

******

Balkan savaşları Osmanlı tarihinde bir dönüm noktasıydı. Asırlardır Rumeli'de yaşayan on binlerce Müslüman nüfus, büyük bir katliama uğradılar. Pek çoğu hunharca öldürüldü ve kalanlar da göç etmek durumuna düştü. Balkanlarda Türklere karşı kurulan komitacılık, Balkan harbinden çok daha önce başlamıştı.  Eşkıyalık diz boyu idi ve Müslümanlardan sadece, belirli yerlerde yaşayanlar sağ kalmıştı. Bunlar arasında Halil oğlu Hasan ve ailesi de bulunuyordu ve Draman’nın Nusretiye köyünde her türlü zorbalığa ve baskıya rağmen yaşamağa devam ettiler.

“Abe bizlerde gidersek tüm buraları Yunan keferesine kalacak, atamızın dedemizin kemikleri sızlayacak.”
“Onlar bekler bizim gitmemizi, konacaklar bu topraklara epten.”

***********************

Yunanistan’ın yıllar boyu hayal ettiği Büyük Yunanistan projesi için Yunan ırkından oluşan insan potansiyelinin yetersiz olacağı görüşündeydi. Bu nedenle çeşitli bölgelerde yaşayan Müslüman nüfusa hiç dokunmadan Hellenizm ideolojisinin potası altında iki dine dayalı değişik unsurların birleşmesiyle oluşacak bir Yunanistan hayal ediliyordu. 1913 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile Yunanistan arasında imzalanan Atina Barış Antlaşması’nın Yunan Meclisi’nde oylanması sırasında konuşan Venizelos, Müslüman unsurun Yunanistan açısından önemini şu sözlerle belirtiyordu:
“Yunanistan’ın yeni ilhak ettiği bölgelerde yaşayan Müslümanları
yerlerinde tutmak, büyük menfaatlerimizin gereğidir. Onlar üstün
karakterli, üretken ve yasalara saygılı insanlardır.”

“Balkan Savaşları’ndan sonra Müslüman nüfusun ayrılmasıyla Makedonya çalışkan, toprağı seven, yasalara saygılı çok değerli bir işgücünü kaybetmiş oldu.” 

******************
Bütün bunlara rağmen, Balkan Savası sonrası Yunanistan’da kalan Türkler hiç rahat yüzü görmediler. Ana vatana dönüş hayali içinde yaşadılar. Nusratlı’da kalan Müslüman nüfus yaşamına devam ediyor; bağında tarlasında, tütünde, ekinde çalışıp geçinip gidiyordu. Saliha evlenmiş, iki de çocuğu olmuştu, biri kızçe biri de oğlan. Yıllar böyle geçip giderken, Dünya topyekün bir savaşa girmişken, bir tütün hasadı sonrası, Haliloğlu Hasan ve ailesi baba evinde toplanmışlardı. Düğününe üç gün kala koleradan ölen Selanikli Fitnat Hanım ve Mehmet’in acıklı türküsünü söylemeğe başladılar hep bir ağızdan;

Çalın davulları çaydan aşağıya
Mezarımı kazın bre dostlar belden aşağıya
Suyumu kaynatın kazan doluncaya…
Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver.
Al başımdan bu sevdayı, götür yâre ver.
Selânik içinde selâ okunur,
Selânın sedası cana dokunur.
Gelin olan kıza kına yakılır.
Aman ölüm zalim ölüm, üç gün ara ver.
Selanik Selanik… Issız kalasın.
Taşına toprağına bre dostlar, diken dolasın
Sen de benim gibi yarsız kalasın.
Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver.
Al başımdan bu sevdayı, götür ağyara ver.

Bu türkü sanki Balkanlarda yaşayan Türklerin acı ve hasret dolu yaşamlarını dile getiriyor ve bu topraklardan çıkan bir yiğidin makûs kaderi değiştireceği günleri bekliyorlardı.
 

 



Notlar:
- Fotoğraflar olayın geçtiği döneme ait olmayıp, temsilidir. (https://trakyabalkan.org/fotograf/tarihin-icinden-gecen-tren-orient-ekspresi/870/2018/07/31/) 



Açıklamalar:

[1] Tahaffuzhanelerin mübadele gibi büyük göçler sırasında sıkça kullanımları söz konusuydu. Tahaffuz kelimesi "muhafaza" kelimesinden gelmektedir. Dolayısıyla,  "koruma evi"  ve bir anlamda "karantina evi" olarak da adlandırılabilir. Urla Tahaffuzhanesinde; Karantina, arıtma ve temizleme işlemi şu şekilde yapılıyordu: İzmir Limanı’na girecek tüm gemiler, Urla İskelesinin birkaç mil açıkta bekletiliyor, kişisel eşyalar, yolcu ve mürettebat, sandallar ile kıyıya getiriliyordu. Burada bulunan raylı sistemle, yolcuların eşyaları ayrı bir binaya taşınıyordu. Yolcular, kadın ve erkek olarak ayrılıp tıbbi muayene ve temizlik işlemleri yapıldıktan sonra bir süre kontrol altında tutuluyor, eşyaları buhar hanedeki etüv makinelerinde, yüksek basınç ve ısıyla, dezenfekte ediliyordu
[2] Akdeniz karantina ağının bir parçası olan Kalazomen Tahaffuzhanesi, salgın hastalıklara karşı izolasyon, dezenfeksiyon ve sterilizasyon görevlerini ifa etmesi için önemli liman şehirlerinden biri olan İzmir’de, Karantina adı verilen semtte (1. Karantina,2. Karantina, bugünkü köprü durağı),1846 yılında kurulmuştu. Bu karantina, 1848 yılında bir yangınla yok olmuş ve 1866-1869 yılları arasında Urla’daki Klazomen Adası’na taşınmıştı.
[3] Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti / Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız” - Harbiye Marşı
[4] Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinin kozmopolit İzmir'inde, devlet erkini yansıtması amaçlanmıştı, Sarıkışla'nın inşasında. Çalışmaların başlatıldığı 1826 yılı, aynı zamanda, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılarak çağdaş bir ordunun temellerinin de atıldığı yıldı.
[5] 1,3016 kiloya denk gelen ağırlık birimi.
[6] Noksanlaşmak. Azalmak. Eksilmek.

[7] Yağmalar, talan etmeler, kapışmalar.
[8] Osmanlılar'da memur ve askerlere verilen maaş için kullanılan terim.
[9] Kulübe, bağ evi, eski viran ev.
[10] Küfe
[11] Eskiden kullanılan, bin iki yüz seksen üç gramlık bir ağırlık ölçüsü birimi.
[12] Fasulye
[13] Posta havalesi,  Fransızca mandat-poste.
[14] Cenaze yıkanan su.
[15] Casus foederis, Latince'de "bir anlaşmanın uygulanabilir ve bağlayıcı hale geldiği koşul" anlamına gelmektedir. Müttefiklerden birine bir saldırı olması durumunda ittifak şartlarının yürürlüğe girdiği ve topyekûn harekete geçilmesini öngören durumu açıklar.
Paylaş:
E-BÜLTEN KAYIT
Güncel makalelerimizden haberdar olmak için e-bültene kayıt olun!
Sosyal Medyada Bizi Takip Edin!
E-Bülten Kayıt